Hepimizin sıkıntılı dönemlerden geçtiği olmuştur. Hayatımızda bazen her şey ters gitmeye, bütün olumsuzluklar üst üste gelmeye başlar. Hem maddi hem de manevi çöküşlerimiz olur. Eğer bu durum bir döngüye dönüşür de insan kendine bir çıkış yolu bulmayı başaramazsa, üzerinde bir uğursuzluk olduğuna inanmaya başlar. Bu inanç, bir çaresizlik ile yerleşiverir insanın içine ve bütün enerjisini alıp götürür. İşte tam da böyle bir dönemden geçiyorum, çoook uzunca bir süredir. Üzerimde bir uğursuzluk olduğuna inanacak kadar çok fazla şey yaşadım ve yaşamaya da devam ediyorum. Olayın batıldan biraz daha sıyrılıp mantığın kabulünden geçmesi için ufak testler yaptığım bile oldu. Ne yazık ki testlerin sonucunda haklı çıktım: üzerimde bir uğursuzluk vardı! Birkaç gündür, önce son günlerde yaşadıklarımı düşünmeye başladım. Neden bütün bunları yaşıyorum? Peki bütün bunların sonunda ne olacak? Kafamda bunlara benzer daha bir sürü soruya yanıt ararken çok daha gerilere gittim ve sonra bir şey fark ettim: Tanrı'nın tam da bizim algılayabileceğimiz türden bir mizah anlayışının varlığını.
Bugün bile geldiğimiz noktadan baktığımızda hikayenin tam olarak nasıl başladığını bilemiyoruz. Üstelik her şeyi anlayabilmek ve açıklayabilmek için hiç olmadığı kadar müthiş teknolojilerimiz ve kapsamlı teorilerimiz var. Yine de en ufak bir soruda bile iki farklı cevabın arasında buluyoruz kendimizi. Hiçbir şeyden emin değiliz. Merak etmeyin, her şeyden şüphe etmemiz gerektiğini söylemeyeceğim. Mesela kim bir Ferrari'nin gerçekte olmadığını iddia edebilir ki? Eğer daha önce bir Ferrari ile hız limitlerini zorlamışsanız, Ferrari'nin gerçekten varolduğunu da biliyorsunuzdur. Sizin için bu konuda şüpheye yer yoktur. Fakat Ferrari'nin varolmadığını öne sürüyorsanız, sizin geliriniz bir Ferrari sahibi olmaya yetmiyor demektir ve bu da Ferrari'nin varolmadığını düşünmeniz için bolca vaktiniz olduğu anlamına gelir. O yüzden (kime göre, neye göre) neyin gerçekten varolduğuna karar vermeye çalışmak yerine, bugüne kadar neler olmuş gelin onlara bir bakalım.
Yukarıda, Tanrı'nın bizim algılayabileceğimiz türden bir mizah anlayışının olduğunu söylemiştim. Aslında buraya geri dönmek ve olayı çok daha öncesinden ele almak istiyorum. Bilimin işaret ettiğine göre bir zamanlar insanlarla birlikte, insanlara oldukça benzeyen 5 farklı tür daha yaşamaktaymış. Bu türlerin nasıl oluştuğuna ve diğer 5 türün başına ne geldiğine dair birçok açıklama mevcut. Ancak olayı daha da görkemli kılan, burada, yani dünyada yaşamış/yaşamakta olan bu 6 türden çok daha önce dinazorlar adı verilen başka bir türün yaşamış olması. Dinazorların yok olmalarına yönelik en meşhur açıklama, dünyanın bir meteor saldırısına maruz kalmış olması. İşte tam da buradan başlatmak istiyorum Tanrı'nın mizah anlayışını anlatmaya. Dinazorların üzerlerine yağan meteorlar, küçük bir çocuğun kıs kıs gülmek için yaptığı bir şaka gibi durmuyor mu? Aşağıda kendi halinde her şeyden habersiz takılmakta olan bu varlıkların üzerlerine, “iyi izleyin, ne yapacağım şimdi” diyerek bir sürü meteor göndermek, acımasızca bir şaka değil mi? Yahut mağarada kendi gölgesini görünce, kendi kendisinden korkan insanın kapıldığı telaş? Bu durum yürürken dalmış birinin önüne “cöööeee” diye atlamaya çok benzemiyor mu? Peki ya ceylanın, üzerine gelmekte olan aslana karşı çaresizliğine ne demeli? Bunlar düşündükçe canımızı sıkabilecek türden şakalar olmalı. Sıkı durun! Çünkü gerçekten çok komik olanları da var.
Örneğin Michelangelo, Tanrı'nın kendisini, hatta Adem'i yaratışını resmedebilecek kadar cesurdu ancak bunu 1500'lerde bir tavana yapmak zorundaydı. Dahası, o yıllarda kendilerinin Tanrı tarafından kutsandığını iddia eden bir grup soytarı, dünyanın yuvarlak ve dönmekte olduğunu söyleyen Galilei'yi öldürmekle tehdit etmemişler miydi? Tanrı tarafından kutsanmış olduğuna inanılanların ellerindeki bilginin hatalı çıkmış olması, üstelik doğru bilginin Tanrı'ya karşı gelmekle suçlanan Galilei tarafından öne sürülmüş olması komik değil mi? Tanrı doğru bilgiyi, kendisine karşı gelmekle suçlanan Galilei'ye verirken, yanlış bilgiyi verdiklerine de onu ölümle korkutabilecek gücü teslim ederek iki taraf ile de kafa bulmamış mı? Ya da Newton'ın başına düşen ve her şeyi tetikleyen şu meşhur elma mevzusu: “Seni lanet olası Isaac, başına bir elma düşürmezsem en ufak bir ilerleme bile kaydedemeyecek kadar salak olmana inanamıyorum…” Ama benim en çok güldüğüm Beethoven. Bunu mutlaka okumalısınız çünkü onun başına gelenler gerçekten çok komik. Derler ki klasik müzik ikiye ayrılır: Mozart ve diğerleri. Ünlü piyanist Beethoven, Mozart'tan tam 14 yıl sonra doğar. Müzisyen bir aileden gelmektedir ve para kazanmak için küçük yaşlarda kilisede piyano çalmaya başlar. Tanrı, onun melodilerini beğenmiş olacak ki şöyle der: “Sana Mozart'ı geçebilme fırsatı vereceğim fakat ne çaldığını hiçbir zaman bilemeyeceksin.” Genç Beethoven, Mozart'ın şanını duymuştur ve ondan ders alabilmek için Viyana'ya doğru yola çıkar. Ancak Viyana'ya geldiğinde Mozart'ın vefat etmiş olduğunu öğrenir. Burada Haydn ile tanışır ve “yapacak bir şey yok” diyerek bir süre ondan ders alır. Sonunda Beethoven için Mozart'ı geçme zamanı gelmiştir. Ancak bir hastalığa yakalanır ve her geçen gün daha fazla sağırlaşır. Mozart'ı geride bırakmasını sağlayacak olan eseri 9.senfoniyi bestelediğinde duyma yetisini tamamen yitirmiştir ve ne çaldığı hakkında en ufak bir fikri bile yoktur. Bu gerçekten de çok komik değil mi? (Tanrı'nın bile batıramayacağı söylenilen Titanic'i bir buz dağının batırmasından bile komik.)
Albert Einstein'ın da başına gelen çok farklı değildi. Evrene dair bazı noktalar yakalamıştı ve bunları birilerine anlatmak için sabırsızlanıyordu. Fakat ne yazık ki uzunca bir süre çevresindekiler tam olarak ne dediğini anlayamayacaktı. Bu durum Albert Einstein için oldukça can sıkıcı olmalıydı. Muhteşem şeyler düşlüyor ve bazı ipuçları yakalıyordunuz ancak insanlar ne dediğinizi bir türlü anlayamıyordu. Daha da komiği, söylemlerinizle bir dönemin fizik kitaplarını yazan Newton'ı yerle bir ediyordunuz ve zavallı Newton son nefesini verirken söylediği her şeyin mutlak doğru olduğuna inanıyordu! Galiba Tanrı kendisini epeyce uğraştıran Newton'a dersini bu şekilde, onu Einstein ile yerle bir ederek veriyordu. Sanırım en kötüsü de Stephen Hawking'in başına gelendi. Tanrı, tıpkı Mozart'ı geçebilmesi için Beethovan'a verdiği fırsatın bir benzerini, Einstein'ı geçebilmesi için Hawking'e de vermişti. Ancak Hawking, evrene dair belirsizlikleri mantığın kabul edebileceği bir şekilde açıklarken ne yazık ki kendi tuvaletini bile yapamayacak kadar zor bir duruma düşecekti. Bir başka ifade ile; evrenin tam olarak neye benzediğini görmeye en çok yaklaşan kişi olacaktı ama bu ona ömür boyu aynı sandalyede oturmasını gerektirecek kadar ağır bir cezaya patlayacaktı.
Bana kalırsa bu kadarı bile Tanrı'nın hırçın bir mizah anlayışı olduğunu gösteriyor. Bunun sebebi de hiçbir zaman üstesinden gelemeyeceği ebedi yalnızlığı olabilir. Belki de Van Gogh haklıdır ve bu dünya Tanrı'nın yalnızca bir eskizidir. Fakat eğer öyleyse, gerçekten berbat bir tanesi olmalı. Fakat ben en çok, günün birinde dünya dışı varlıklar insanlar ile temas kurup Beethoven'ın uzayın derinliklerine gönderilmiş senfonisini dinletir ve “Bunu çalan adam nerede?” diye sorarlarsa, gülerim! Bir sağırın ne çaldığını bilmeden bilmem kaç ışık yılı ötedeki varlıkların dünyaya kadar gelmelerine sebep olması, gerçekten de kahkahalık olurdu.