Kuantum Çayı

Sadece birkaç adım kalmasının getirdiği mutluluk ile köşeyi döndüm. Birden bire yüzümdeki gülümseme yerini somurtkan bir ifadeye bıraktı. İrice bir adamın benden önce -üstelik sadece birkaç adım kalmışken- berbere girdiğine tanıklık ediyordum. Bu bir erkeğin başına gelebilecek en kötü şeylerden biriydi. İlkbaharın getirdiği miskinliği bir kenara bırakmış, Arnavut kaldırımının bütün engebelerine karşı büyük bir mücadele örneği sergileyerek berberin olduğu sokağa kadar gelmiştim. Tıpkı son metrelerde yarışı veren atlet misali berberdeki sıramı benden önce içeriye giren bu iri yarı adama kaptırmanın getirdiği bir somurtkanlık ifadesiydi yüzümdeki.

Son birkaç adımı atarken müthiş bir inanç örneği sergileyerek “lütfen içeride başka müşteri olmasın” diyordum kendi kendime. Cümlenin uzunluğu ile attığım son birkaç adım birbiri ile doğru orantılıydı. Aniden saniyenin yalnızca bilmem kaçta kaçında süren bir düşünceye kapılmış buldum kendimi. Merkezinde “zaman” kavramı olan bu düşüncem kuantum fiziğine doğru ilerlerken lisede zayıf getirdiğim fizik dersini hatırlamam ile son buldu. Bir başka deyişle kuantum benim için başladığı gibi bitmişti. Olaya “başladığı gibi bitmek” yönünden bakınca lisede <beş> getirmeyi başardığım felsefe dersini hatırladım.  İnsan lisedeki fizik dersinden zayıf alarak ne kadar fizik profesörü olabiliyorsa, felsefe dersinden<beş> getirmeyi başarınca da o kadar filozof olamıyordu. “Ulan hayata bak be” diye düşünürken <beş> getirmeyi başarabildiğim bir başka ders olan Türk Edebiyatı’na göz kırpıyordum. Hayat gerçekten çok garipti. Üstelik en garip olan yanı bütün bunları az evvel benden önce berbere girmiş olan iri yarı bir adam yüzünden düşünmüş olmamdı. Saniyenin bilmem kaçta kaçında süren bu zincirleme düşünce tamlaması evrenin mükemmelliğine bir işaretti. Berberin kapısını iteklemeden önce durdum ve “bunun altını biraz deşersem Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden bir şeyler çıkarabilir miyim acaba?” diye düşündüm. Sonra nedenini bilmediğim bir sebepten dolayı bu düşüncemden “saçmalama” diyerek vazgeçtim. Beyazperdeye düşmeden önce 100 milyon dolarlık bir bütçe ile çekilmiş -aksiyonu bol- ajan filmindeki gibi “içerdeyim” repliği ile berbere giriş yaptım. Cebimdeki 20 TL ile en fazla bu kadar oluyordu. Berber, içeri girmem ile birlikte önündeki enseyi bırakıp o sihirli sözcüklerden oluşan cümleyi kurdu; “hoş geldin abi, ne içersin?” Mahalle berberlerinin vazgeçilmez sorusuydu bu. Kuşaktan kuşağa ustanın kalfaya, kalfanın da çırağa aktardığı bir meslek sırrıydı. Sağ elimi kalbime götürerek -Orhan Gencebay’ı anımsatan bir hareket ile- “teşekkürler” deyiverdim. Bu hareket bütün mahalle berberlerinde “bir şey içmek istemiyorum” anlamını taşıyan bir ifade şekliydi. Kültürümüzde yer alan diğer bütün kalıplaşmış ifadeler gibi bu harekette sanayi toplumu olmanın, dolayısıyla kitle kültürüne maruz kalmanın getirdiği asilikten nasibini almıştı. Her ne kadar ilk yapıldığında -belki de Orhan Gencebay’ı anımsattığından olsa gerek-  nezaket dolu bir hareket gibi gözükse de yeni neslin bu hareketi yaparken ki tavrı oldukça kabaydı. Doğar doğmaz soğuk çay ile tanışmış olan bu nesil “dünden kalmış demleme çayını ne yapayım senin!” gibilerinden bir yüz ifadesi ile yapıyordu bu hareketi. Sosyolojik açıdan bakıldığında soğuk çay içtiği halde gelir düzeyi erkek kuaförüne gitmeye yetmediği için berberde saçını kestirmek zorunda kalan bu asi gençlik, sanayi toplumuna geçiş sürecinin acımasız sancıları ile karşı karşıya kalıyordu. Kim bilir kaç tane Erzurumlu dedenin İstanbul’da doğan torunu içtiği soğuk çaylar ile atalarının kemiklerini sızlatıyordu…

“Yeni demledim abi, iç bir bardak” sözü ile irkildim. Berber, kalfayken ustasından öğrendiği “yeni demledim” taktiğini uyguluyordu. Her ne kadar Erzurumlu bir dedenin torunu olmasam da atalara kadar uzanan düşüncelere dalmanın sırtıma yüklediği vicdan azabı ile “eh madem o zaman bir bardak içeyim” dedim. Bazen fazla düşünmek gerçekten de iyi değildi. Sonrasında dünden kalmış bir çayı yudumlarken bulabiliyordunuz kendinizi. Üstelik berberde içeriye sizden önce giren iri yarı adamdan başka kimse yokken fazla düşünmek çok gereksizdi. Deri kaplaması yırtılmış koltuğa oturdum ve arkama doğru yaslandım. Masada duran gazetelere baktım. Sararmış Takvim gazetesini gördüm. Üzerindeki tarihten dünün gazetesi olduğunu anladım. Kim bilir kaç adet çay bardağı bırakılmıştı üstüne. Dünden kalma çayımı yudumlarken dünden kalma Takvim gazetesini okumak kaderimin bir parçası olmalıydı. Önce Takvim gazetesini okudum. Ardından koltuğun kenarına bırakılmış, Takvim gazetesine göre daha bir özenli katlanmış Sabah gazetesini aldım elime. Haşmet Babaoğlu’nun yazdığı sayfaya gelince “seni böyle alayım abi” diye seslendi berber. Takvim-Sabah arasında gidip gelirken hiç farkına varmamıştım. İri yarı adam kapıyı dışarıdan kapatmış, sıra bana gelmişti. Sabah gazetesini katlayıp masanın üstüne bıraktım. Dibinde azıcık bıraktığım çay bardağını da üzerine koydum. Bu, benden sonra içeriye girecek olan müşteriye “yalan söylüyor, çay dünden kalma” anlamı taşıyan bir işaretti. Sadece müşterilerin bilebildiği bir meslek sırrını icra etmenin mutluluğu ile saçımın kesileceği koltuğa oturdum.